Elazığ’ın Ağın ilçesindeki Öğretmen Abdullah Lütfü İlkokulu, 24 Ocak’ta meydana gelen depremde hasar görünce tahliye edildi ve okul bakım ve onarıma alındı. Okulun çatısı sökülürken, çatı arasında Türkiye ile ABD arasında imzalanan Marshall yardımı kapsamında yurdumuza hibe edilen (!) 70 teneke halis muhlis ABD yağı bulundu.
Bu haber beni çocukluğuma götürdü.
1969 yılında 7 yaşındaydım, Erzurum’un Narman ilçesinde ilkokul birinci sınıfa giderken, ikinci ders ile üçüncü ders arasında süt tozundan yapılmış sıcak süt, yuvarlak nar gibi kızarmış, pasta gibi bir ekmek dağıtılıyordu bizlere.
Çocuktuk, kaynağı nedir, kim göndermişti, neden göndermişti bilmiyorduk.
Süt değil sanki kaymaktı, tadına doyulmuyordu. Hele o ekmek.
Dört gözle süt ve ekmek dağıtılan o saatleri bekliyorduk.
Tam da o günlerde bu küçük Anadolu kasabasına bir Amerikalının geldiğini söylediler. Adı Paul’du. Barış gönüllüsü demişlerdi. Kasaba onu bağrına bastı. Çok sempatik bir insandı. Elindeki frizbisini her önüne gelene atıyor, kırık Türkçesiyle herkesle şakalaşıyordu.
Rahmetli ağabeyim Mucip’in de en yakın arkadaşlarından biriydi. Evimizin kapısına gelir, “Muciiip” diye bağırırdı. Lisede İngilizce derslerine giriyor, herkese İngilizce öğretmeye çabalıyordu! O da Türkçesini zenginleştiriyordu. Evimizin üst katından kendini gösteren ağabeyime frizbisini atar, yeni öğrendiği sinek kelimesini “Sıneeekk” diye uzatarak hepimizi kahkahalara boğardı. Barış gönüllüsü ne demek bilmiyorduk. Ta ABD’den kalkmış bize İngilizce öğretmeye gelmiş idealist bir eğitimciydi bize göre!
Herkes ona bizden biri gibi davranıyordu. Annem ona nefis pastalarından ikram ediyordu. Yaşlılar, “Bu kâfir buraya boşuna gelmemiştir, vardır bir hınzırlığı!” derdi. Onlara içten içe kızardık. Çünkü Paul, çok sevecen ve sempatikti. Bizi eğlendiriyordu. Küçücük kasabanın neşe kaynağı ve maskotu gibiydi.
Gelin bu noktada Nazmi Sevgen’in Harp Akademileri Komutanlığında verdiği tarihi konferansta söylediklerine bir göz atalım. Rusların kurdukları Kürt Enstitülerinde Türk halkını Kürtleştirmek ve bölebilmek amacıyla çalışmalar yaparken, Amerikalıların sahneye çıkışını anlatan Nazmi Sevgen;
“1960 yılında yabancı ve Müslüman bir büyükelçilikte çalışan bir dostum bana, ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden mürekkep bir Kürt İşleri Bürosu bulunduğunu haber vermişti. 24 Kasım 1969 tarihli bir gazete, bir milletvekilinin Başbakanlık, Dışişleri, Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanları tarafından cevaplandırılması dileğiyle meclis başkanlığına verdiği sözlü soru önergesinde; Doğu illerinde görev alan Amerikan barış gönüllülerinin Kürtçe bildiklerini ileri sürmüş, barış gönüllülerinin kuşku verici olduğunu bildirmiştir. Bizim bildiğimize göre, Doğu Anadolu’ya gidecek Amerikan barış gönüllülerine Paris’te Kürtçe öğretilmekte, gidecekleri bölge hakkında geniş bilgiler verilmektedir. Öğrendiğimize göre, 62 ilimizde barış gönüllüsü bulunmaktadır. 31 Mart 1969’da memleketimizde 232 barış gönüllüsü varken, bu sayı Aralık 1969’da 171’e düşmüştür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 105 barış gönüllüsü bulunmakta ve bu miktar Türkiye’deki barış gönüllüsü sayısının yüzde 61’ini teşkil etmektedir” demektedir.
Aradan çok uzun zaman geçti, Paul’un ne herze yemek için geldiğini, Sayın Sevgen’in bu anlatısı sayesinde şimdi daha iyi anlıyorum. Meseleyi çocuk kafamla anlayamamış, kavrayamamıştım. Hoş, kimse de anlayamamıştı ya! O zaman içten içe kızdığımız bir avuç yaşlı insan ne kadar öngörülü insanlarmış meğerse. Paul’un Cenevizlilerin hüküm sürdüğü bu topraklarda etnik araştırmalar yaptığını sonradan öğrendik. Bu bölgede Kürt köyü yoktu, ama Gürcüler ve Cenevizlilerin eserleri vardı, bu konuda detaylı araştırmalar yapmış, çokça notlar almıştı. Tortum, Uzundere ve Yusufeli havzasında Lazlık ve Gürcülük üzerine etnik araştırmalar yapmıştı.
Rahmetli Mucip ağabeyim, Paul’un bir gün dersi kaynatan öğrencilere “Aptal Türkler” dediğini anlatmıştı. Tıpkı Osmanlı gibi. Osmanlı da Türkmenlere etrak-ı biidrak, yani ‘akılsız Türk’ demiyor muydu? Bugün geçmişi okumak daha kolay, barış gönüllüsü ha?
Kurtlar Vadisi Irak filmini izleyenler bilir, Türk askerinin başına çuval geçiren ABD’li subayın bir otele gelmesi sağlanır ve altına bomba bağlanmış bir sandalyeye oturtulur. O subayın başına çuval geçirilecek, ayağa kalktığında bomba tertibatı devreye girecek, bomba patlayacak ve başındaki çuvalla birlikte paramparça olarak ölecektir. Ancak subay, eli boş gelmemiştir, onlarca öğrenciyi otele getirmiştir. Karşılıklı restleşme başlar, olmazları olduran (!) Polat Alemdar kararlıdır, o subayın başına o çuvalı geçirecektir
Subay konuşmaya başlar, “Siz Türkler bizim gibi değilsiniz. Duygusal ve vicdan sahibisiniz. Sen bu bombayı patlatamazsın. Çocukların da öleceğini biliyorsunuz. Unutma, Amerikan ekmeğiyle, sütüyle büyüdünüz, donunuzun lastiğini dahi biz verdik”.
Marshall yardımından bahsetmektedir.
Sonunda o subayın dediği olur ve otelden sağ salim kaçar.
Polat, o çuvalı ABD’li subayın başına geçirememiştir.
Bu sahneyi izlerken aklıma Narman’da ilkokulda içtiğim ABD sütü, Coni ekmeği geldi yadıma.
Haklıydı, bize birileri ABD sütü ve ekmeği yedirmişti.
Donumdaki lastik de onların mıydı bilmiyorum.
Kursağımda onların sütü ve ekmeği vardı.
Yazıklar osun demenin ne faydası var bilmiyorum.
Yazık olan bizim nesillerdi.
Birileri bize Elâzığ Ağın’da bir ilkokulun çatısında bulunan yağlarla yapılan Amerikan ekmeği yedirmişti.
Belli ki filmin yapımcısı, senaryo ekibi de ABD ekmeği yiyenlerdendi, bu yüzden bu metaforu bu diyaloğa monte etmişti.
Bize neler monte edilmedi ki?
Monte edilmeye de devam ediliyor.