Hiç ara vermeden her yıl yazdım.
Ömrüm oldukça da yazacağım.
2 Temmuz 1993 günü Milliyet Erzurum bürosunda işimizi bitirip, evlere dağılmıştık.
Hoş, gazetecinin işi bitmez ya!
Gazetecilik mesleğinde mesai kavramı yoktur, haberi 24 saat yaşarsınız.
Böylesi hareketli bir bölgede görev yaparken rahat uyku uyumazsınız.
Günün yorgunluğunu evde atmaya çalışırken telefon çaldı.
Telefon, gazetemin yurt haberleri servisindendi.
Sivas’ta çıkan olaylarda Madımak Oteli ateşe verilmiş, çok sayıda aydın yanarak ya da boğularak yaşamını yitirmişti, takviye ekip olarak Sivas’a hareket etmemiz isteniyordu.
Hemen yola çıktık.
Sivas’a vardığımızda sabah saat 04.30’du.
Sokağa çıkma yasağı vardı.
Kent ölüm sessizliğine bürünmüştü.
Olayın mihenk noktası Madımak Otel’in önüne geldiğimde otelden hala dumanlar yükseliyordu.
Çok değil, bu olaydan 5 yıl önce 1988 yılında bu kentte vatani görevimi yapıyordum.
48. Piyade Alayı’nda kısa dönem asker iken, ailem ziyaretime geldiği için çarşı izine çıkmış ve bu otelde bir gece konaklamıştım.
Uzun uzun otele baktım, korku filmi platosu gibiydi, gözüm ana caddeye bakan kaldığım odaya ilişti.
Perdeler ve küpeşteler yanmış, kara is her yeri siyaha boyamıştı.
Deklanşöre ardı ardına bastım, bu anları ölümsüzleştirmek gazeteciliğin gereği yanında tarihi bir görevdi.
Sivas’a yakın tüm bürolar kentteydi, buluştuk, olay etraflıca araştırılması gereken dünya suç kriminolojine girecek kadar büyüktü.
Diğer bürolardan gelen ekiplerle iş bölümü yaptık.
Kente dağılacak ve olayın önünü arkasını araştıracak ve belgeleyecektik.
Bana en zor görev düştü.
Madımak yangınında yaşamını yitirenlerin cesetlerinin bir araya getirildiği iki yer vardı, bu mekanları ben fotoğraflayacaktım.
Çok zor bir görevdi, ama tarihe tanıklık edecektim.
İlk durağım, cenazelerin bir binanın bodrum katında toplandığı yerdi.
Hiçbir görevli yoktu ve kapı açıktı.
İçeri girdim, savaş meydanı gibiydi, çok sayıda ceset yan yana yerde yatıyordu.
Ardı ardına deklanşöre bastım.
Kimler yoktu ki:
Behçet Aysan, Muhlis Akarsu, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, 15 yaşındaki Menekşe Kaya, 12 yaşındaki Koray Kaya, Hasret Gültekin ve diğerleri.
Ağızlarından ve burunlarından köpük, kusmuk ve kara is boşalmıştı.
Hasret Gültekin ile özdeşleşen yuvarlak gözlükleri hala gözündeydi, acıyı bal eylemişti, güle yel değmişti.
İtalyan gazeteci Carinna Cuanna Thujs, basın çantasını kucaklamış halde yerde yatıyordu, çünkü bir gazeteci dayak yerken ya da saldırıya uğradığında makinasına ya da çantasına sarılırdı, bir gazeteci olarak bunu çok iyi biliyordum.
Kim bilir, makinasındaki filme neler kaydetmişti?
İçeride is, kurum, et ve metal karışımı yoğun bir koku vardı.
Her 2 Temmuz’da o koku burnumun direğini sızlatır.
O koku burnumdan ve yadımdan hiç silinmedi.
Facianın boyutu, hazin tablo, gerici kafaların acımadan katlettiği onca aydının soğuk betonda yatan görüntüsü yüzünden daha fazla dayanamadım ve kendimi dışarı attım.
Korkunç bir görüntüydü.
Geri kalan cenazelerin Cumhuriyet Üniversitesi’nde olduğunu öğrendim.
Yarım saat sonra oradaydım.
Bu kez cenazeler yerde değildi, cenaze yıkanan masalara yatırılmıştı.
İki kare fotoğraf çekmiştim ki, arkamdan biri seslendi ’Hey! Kimsin sen? Defol buradan”.
Döndüm, genç biriydi, “Gazeteciyim, işimi yapıyorum, sana ne, sen kimsin?” demiştim ki, adam kükredi, “Cumhuriyet savcısıyım, siktir git buradan. Polis çağırtma bana”.
Savcı beyin bu çıkışı, bu kara tablo kadar iç acıtıcıydı.
Cumhuriyeti yıkmaya çalışanların işlediği bu cürümü soruşturan Cumhuriyet’in Savcısı bana siktir çekiyordu.
Oysa ortak amacımız bu olmalıydı.
Sonradan yapılan yargılamalarda savcıların kimin savcısı olduğu çıktı ortaya.
Ne de olsa ölenler Aleviydi ne önemi vardı ki, onlar yakılmayı hak ediyordu.
Yakanların ataları da Alevileri kıyıma uğratmamış mıydı?
İşimi bitirip otelin önüne geldiğimde yüreğim sıkışmıştı.
Bol oksijene ihtiyacım vardı, derin derin nefes alıyordum.
Haberi ve fotoğrafları geçtim.
O koku hala burnumdaydı, ben o kokuya Madımak Kokusu derim hep.
Bu olayda gizli kalan, saklanan, üstü örtülen o kadar çok şey var ki.
Örnek mi?
Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar mesela.
Sivas’taki Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne geleceğini bildirmiş, program da onun katılımına göre ayarlanmıştı.
Sağlar, tam uçağa binecekken bir telefon üzerine Sivas programını iptal etmişti.Acaba neden? Bunu hiç açıklamadı, açıklayamadı, soran da olmadı.
Sivas olaylarını araştırma komisyonunda görevliydi, bu sırrı hep sakladı.
Kulağına üflenen neydi?
İstihbarat aldıysa, bunu yetkililerle neden paylaşmadı?
Çünkü Sivas Valisi ve emniyet müdürü olayları iyi okuyamadıkları, zamanında ve yeterli müdahale edemedikleri gerekçesiyle yerden yere vuruldu.
Hükümetin bir bakanının öğrendiği ve kimseyle paylaşmadığı bu sır neydi?
Nasıl olsa, bu ülkede dere ıssız tilki bey.
Kim soracak?
Zaten sorulmadı, sorulamadı.
Bu arada sağ kurtulanların Emniyet Müdürlüğünde olduğunu öğrendik.
Olayı anlamak ve onların yaşadıklarını dinlemek üzere oraya gittik.
Arif Sağ çok sinirliydi, röportaj isteğimizi geri çevirdi, küfür edip kovdu bizi, konuşmak istemiyordu. Yaşadıkları korkunçtu, bir korku tünelinden kurtulmuştu, haklıydı da.
Bir süre bekleyip yanına gittim, ‘Erzurum’dan geldim abi’, “bir hemşerin olarak bana konuşursun herhalde” dedim.
“Patronlarına güvenmiyorum, ama emekçiye saygım var, üç beş kelime ederim” dedi ve biz gazetecilerin kuru bilgi dediği birkaç bilgi paylaştı.
Söylediği, gerici bir saldırı olduğu ve bu katliamdan sağ kurtulduğuydu.
Detaylara girmedi.
Olayla ilgili bilgi toplarken Arif Sağ’ın otele girmeye çalışan bir kişiyi silahla vurduğu söyleniyordu.
Resepsiyon görevlisi Ahmet Öztürk de otel içinde vurulmuştu, kafasının arkasına tek el ateş edilmişti.
Bunu sordum Sağ’a.
Öfkesi katmerleşti ve yanıtı hastanedeki savcı gibi oldu, “siktir git ulan”.
İkinci siktiri de yemiştim.
Mesleğin cilvesi ne yapalım, savcısı siktir çekerse, bu ülkenin sanatçısı da çekebilirdi, ne vardı bunda?
Yazacak çok şey var aslında.
Ne yazarsak yazalım, sonuç değişmeyecek.
Sonuçsuz kaldı çünkü.
Oysa, Pir Sultan Abdal Şenlikleri güzel başlamıştı.
Etkinlikler, ardı ardına kentin tarihi mekanlarında devam ediyordu.
Olay cuma günü meydana gelmişti, Cuma sırasında başlamıştı kışkırtma girişimleri, kışkırtmalara öncülük edenleri kimse tanımıyordu, birkaç gün önce otobüslerle çok sayıda karanlık tip Sivas’a akın etmişti.
Paşa Camii’nde çok sayıda insan Cuma namazı kılarken, namaz kılmayan ve en arkada bekleşen bir gurup slogan atmaya başlamış, ardından ABD bayrağı yakmıştı.
Cami bahçesinde tespih satıcısı kılığındaki kara gözlüklü bir kişi boğazı yırtılırcasına bağırıyor, halkı tahrik ediyordu.
Namaz bitiminde ABD bayrağını koynundan çıkarıp ateşe veren de bu kişiydi.
Bir şeyler oluyordu.
Kıs sürede galeyana gelen halk yürümeye başladı.
İlk hedef Valilik binasıydı.
Son hedef de Madımak Otel’e sığınan onca aydın, günahsız ve savunmasız insan.
15 yaşındaki Menekşe Kaya ile 12 yaşındaki Koray Kaya’nın ne suçu olabilirdi?
Yürüyüş guruplarının en önünde elinde gaz bidonu ile yürüyen karanlık ve kirli eller meslektaşlarımız tarafından fotoğraflanmıştı.
Büyük bir provokasyondu yaşanan.
Ardından yargılamalar başladı ancak yargılamalar hep tartışma konusu oldu, kamuoyunun ve kurbanların yakınlarının yüreğine su serpen bir karar çıkmadı mahkemeden.
İç acıtan gerçek de bu aslında.
Aradan 27 yıl geçti.
Bıkmadan usanmadan her yıl yazmaya devam edeceğim.
Niyeyse, ne çıkacaksa?
Dava, 6 yıl önce zaman aşımına uğradı zaten.
Yanan yandı, ölen öldü, yakanların yanına kaldı.
Behçet Aysan,
“Bizimde güzel günlerimiz olacak,
Güle değecek kuşların kanadı.
Ve kuşlar, sırtlarında gül taşıyacak” demişti bir şiirinde.
Karanlık kuşlar ona gül değil ateş taşıdı.
Muhlis Akarsu ise,
“Akarsu, bülbüller ötmez bağımda,
Dumanlar eğlenir gönül dağımda,
Aşk ateşi yanar oldu bağrımda,
Yanmış yüreğime kar olmazsın?” demişti.
Yandı yüreği, kimse kar olup söndüremedi bağrında yanan kara ateşi.
Ve son olarak Nesimi Çimen;
Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın.
Nesimi’yim, vay başıma
Kanlar karıştı aşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın demişti.
Aşına zehir katıldı, kara zehirle zehirlendi.
Madımak’ta can veren canları saygıyla anıyorum.
UnutMADIMAK…