2000’li yılların politik-ekonomi gündemini baştan aşağı değiştiren Eylül ayı akıllara hep iki travmayı getiriyor: 11 Eylül saldırısı ve Lehman Brothers’ın batışıyla başlayan 2008 küresel krizi.
Bu olaylardan birincisi ülkelerin güvenlik politikalarını sorgulamaya ve yeni krizlere yol açacak gelişmelere gebe olurken; 2008 finansal krizi ise liberalleşen küresel ekonomide ülkelerin birbirine ne kadar entegre olduğunu göstermiş oldu.
Küresel ekonominin aktörleri ise hala 2008 krizi sürecinde yaşananları değerlendirmeye devam ediyor. Krizin geleceğinin öngörülememesinden sürecin iyi yönetilememesine kadar bir çok itiraf geç olsa da geliyor.
Örneğin, OECD Genel Sekreteri Angel Gurria 2008 krizi öncesinde gidişatı göremediklerini ve yanıldıklarını itiraf etti. 2008 krizinin en önemli aktörlerinden olan eski FED Başkanı Ben Bernanke ise yaşanan finansal krize sebep olan gelişmenin bankacılık sektöründe yaşanan panik olduğunu dile getirdi.
Yaşanan olayların üstünden 10 yıl geçmesine rağmen hala küresel krizin neden ortaya çıktığının ve sürecin nasıl yönetildiği sorularına ortak bir cevap almanın mümkün olmadığı bir süreçten geçiyoruz.
IMF ise hafta içi sosyal medya üzerinden yaptığı bir anket ile dünyanın olası yeni bir ekonomik krize daha iyi hazır olup olmadığını sordu ve yüzde 79’luk bir oran ile hayır cevabı çıktı.
Dolayısıyla, yaşadığımız zamanın aynı zamanda gelişmekte olan ülke ekonomilerinin kur ataklarıyla test edildiği bir süreç olduğunu da göz önüne alacak olursak; çıkış noktası ve etki alanı farklı olan olası bir küresel ekonomik krizin önüne geçmek mümkün olmayabilir.
TÜRKİYE NE YAPMIŞTI?
AK Parti iktidara geldiği dönemde 2001 krizini yaşamış bir Türkiye ekonomisini devralmıştı. Bu nedenle makro ekonomik göstergeler ortalamanın altında seyrediyordu. Kamu mali disiplini ile işe başlayan dönemin ekonomi yönetimi bir çok ekonomik göstergelerde hiç olmadığı kadar iyi seviyeleri yakaladı.
2008 küresel krizinde, 2001 krizinden ders alınarak mali disiplinin sağlanmış olması ve bankacılık sektöründe atılan reform niteliğindeki atılımların katkısıyla, krizin dönemin en popüler deyimiyle “teğet geçmesini” sağlamış oldu.
Gerçekten de ülke ekonomilerinde daralmaların yaşandığı, işsizlik oranlarının düşündürücü seviyelere ulaştığı o dönemde Türkiye küresel ekonomiye entegre olmasından kaynaklanan “dış ticaret “etkisi dışında bir olumsuzlukla karşılaşmamıştı.
Üstelik 2008 krizi sonrası ABD ve AB ekonomilerinin izlediği düşük faiz politikaları, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin fon girişlerinde rekorlara sebep olmuştu.
ŞİMDİ NE OLACAK?
Şimdi ise düşük faiz politikası yerini nispeten yüksek faize bırakırken, fon girişlerinin seyri de tam tersi yönde değişmekte.
Bu dönem, gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte olan ekonomiler arasındaki hiyerarşinin de değişeceğini işaret ederken, gelişmiş ülke ekonomilerinin varlıklarının balon olduğu söylentileri açıkça dile getirilmeye başlandı bile.
Ayrıca, 1945 sonrası uygulanmaya başlanan ve o dönemden kalma ekonomi teamüllerinin sorgulanması da bu sürecin ayırt edici özelliklerinden. Dolarizasyondan dem vuran ülkeler yerli parayla ticareti gündemlerinde birinci sıraya alırken, ekonomik kazanımlar doğrultusunda ikili ilişkilerini geliştirmekten küresel kurumları etkisiz hale getirmeye kadar birçok çözümün kapısını açık tutuyor.
Nitekim 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü, 2018 yılında ABD’nin dış ticaret açığı verdiği ülkelere gümrük vergisiyle yaptırım uygulamasına engel olamazken; uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları da Yunanistan’ın 2060 yılına kadar borç çizelgesi çıkarmasını not indirim sebebi olarak görmüyor.
Bu nedenle küresel ekonomik gidişatı anlamak için yeni bir okumaya ihtiyaç olduğu gayet açık.