ŞEREF KAHVESİ: (Akçay otelinin altı. Şu an bir lokanta)
Liseli yıllarımızda (1973…) tavla, pişti öğrendiğimiz kahvehaneydi. İddialı tavla maçları yapılırdı. Tavlacıların Şeref Kahvesi mezunu olmaları gurur vericiydi. Sadece tavla ve pişti oynanırdı.
Başka mahalledeki arkadaşlarımız tavla maçı yapmak için buraya gelirdi. Ama yenilerek giderlerdi. Bir kere her tavlacı arzu edilen zarın mutlaka bir tanesini atardı. İkinci zarın gelme ihtimali de çok fazlaydı. Yani çift gelme ihtimali. Ellerimiz zarlara o kadar alışmıştı ki, üç parmağımız arasında aldığımız zarları fırıl fırıl çevirerek tavlanın orta yerine atardık. Eli tavlanın içine giren oyuncuyla kimse oynamazdı. Usta oyuncunun eli tavlaya girmezdi. Şeref isminde uzun boylu, ağabeyi dediğimiz bir adam çay dağıtırdı. Kolunda siyah kolçaklar vardı. Bazen de burnunu o kolçaklara silerdi. Onun işi durmadan masaya çay bırakmaktı.
Bazı akşamlar, bazı gençler kahvehaneye girer ’’Arkadaşlar filan kan gurubu kana ihtiyaç var’’ diye bağırırdı. Aramızda belirtilen kan gurubundan olan varsa hemen oyunu bırakır. O arkadaşla birlikte dışarı çıkardı. Bazen de aralarında fısır fısır konuşan, birbirlerine kaş göz işareti yapanlar olurdu. O zamanda anlardık ki bu akşam ya afiş asılacak ya da duvarlara yazı yazılacak. İşte burası adeta genç ülkücülerin buluşma yeriydi. Büyüklerimiz orada oturduğumuzu bilir ama içeri girmezdi.
Eğitim Enstitüsünde okuduğumuz yıllarda ise eski vilayet konağı arkasında, ‘Turi Cemil’in Yeri’ ’denilen eski Kitap Sarayı’nın üst katındaki kahvehanede oturmaya başladık. (Korukcu iş merkezinin karşısı) Burası sonradan Uzun Faho ve Bahriyeli Cevdet isminde kişiler tarafından da çalıştırılmış. Galiba Türi Cemil'in ortağı Mırık İlhami diye biri de vardı.
Burası daha elit, daha kendini bilen, artık okuyan, tahlil eden, eleştiren, neden niçin sorularını sorabilen gençlerin buluştuğu yerdi. Hangi kitap, hangi yazar, hangi gazete tartışmaları, yaşları bizden büyük ağabeylilerimizle sohbetler. Mesela Selahattin Turgay Daloğlu’nu burada tanıdım. Hile yaptığımız kâğıt oyunlarında onun bu hileleri görmezden geldiğini yıllar sonra anladım. ’’Sana Seni Sevmediğimi Söylemişler Sakın İnanma’’ cümlesini ondan çaldım.
Arkada boş bir oda vardı. Orda Müeyyet Pirimoğlu’nun Eğitim Enstitüsünden gönderdiği, Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen üniversite öğrencileriyle halk oyunları çalışmaları yapardık. Mesela Maraş’ın ‘’Cenderme’’ oyununu orada öğrendim. Bende bildiğim figürleri onlara öğretiyordum. Adeta Üniversite öğrencilerinin kaynaşma yeriydi. Onlara Erzurum’u sevdirmek için özel gayret sarf ettiğimizi hatırlıyorum. Ama sonradan bazılarının bizi kullandıklarını öğrenince de çok üzülmüştük.
Burada oynadığımız kâğıt oyunları ’da değişmişti. Ellibir ve okşin. İkisi de revaçta ve mutlaka öğrenmemiz gereken kâğıt oyunlarıydı. Hele hele okşin. Müthiş matematiksel bir oyun. Kâğıdı 500 sayı alamayacak şekilde karacaksın, koz sayacaksın, hangi kartlar çıktı hepsini bir bir takip edeceksin, taraf yapacaksın, kaput götüreceksin. Kahretsin.. Aslar, papazlar, maçalar, karolar rüyalarımıza girerdi. Birde poker. Hiç beceremezdim, renk verirdim, elimde ne olduğunu karşı taraf hemen anlardı. Allahtan kendi aramızda ve kumara dökmeden oynardık. Ama yancılarımız da olurdu ve o yancılara durmadan bir şeyler ısmarlardık veya durmadan çay içerlerdi. Tabii hesap ta kabarık gelirdi. İşte kumarın ne kadar kötü bir şey olduğunu o zaman öğrendik. Keşke o oyunları öğrenmek için harcadığımız zamanı kitap okumakla değerlendirseydik.
MULEN RUJ LOKANTASI (Akçay otelin karşısı)
Anlamı, Fransızca Kırmızı Değirmen demekmiş. Bazen turistlerin de yolu düşerdi buraya. Aaa Mouleen Ruuuj diye çığlık atarlardı. Biz de Fransa’dan akrabalarımız geldi derdik. İçeri girince sağ taraftaki muhteşem manzarayı incelemeden ve oradaki değirmeni birbirine göstermeden oturmazlardı.
Resim öğretmenimiz Fuat İğdebeli tarafından, girişte sağ taraftaki duvara, Tortum Şelalesi örnek alınarak, değişik karakterde taşlarla ve ışıklı olarak, çok güzel bir manzara yapılmıştı. Bu duvar bakmaya doyum olmayan bir şaheserdi. İnsanlar özellikle bu manzarayı görmek için bu lokantaya gelirlerdi.
Dönerin, Lahmacunun, kadayıfın adını ve tadını burada öğrendik. Arkadaşlarla gittiğimizde bu lokantayı pastahane gibi kullandık. Bazen hesabı ödeyemedik deftere yazdırdık. İşletmecisi Ateş Rıza, özellikle öğrenci olduğumuz yıllarda bizim guruptan az çekmedi. (Ateş Rıza ağabeyinin İzmir’de yaşadığını duydum, bir yerde karşılaşsak ta geçmişi yâd etsek).
Hikayeyi daha önce anlatmıştım ama burada tekrar etmek lüzumunu hissettim. Hikâye şöyle; Erzurum sporun efsanevi Kaptanı Sebahattin Güneş, Faik Ünlü ve Erol Sırmacı(Kor Erol), sık sık Mulenruj lokantasına giderler. Birer ezogelin çorbası içer, parasını öder çıkarlar. Çünkü ancak bir çorba içebilecek kadar paraları vardır. Bir çorba içerler ama on parça ekmekle... Bir ekmeğin dört parça olduğunu düşünürsek demek ki adam başı bir ekmek yiyorlar.
Hikâyenin devamını Kaptan Sebahattin şöyle anlattı: ''Bu İnek Faik çorbada kaşık kullanmazdı. Çeyrek ekmeği sıkarak çorba tasına batırır, ekmek çorbayı bir vantuz gibi emer ve emdikçe şişerdi. Ekmeği öylece ağzına adeta teperdi. Bende sütlaç hastasıydım. Sütlacın üstündeki kaymak tabakasını kaldırır cevizleri altına ustalıkla yerleştirirdim.. Sonra derdim ki buna ceviz dökülmemiş, üzerine biraz ceviz dökün. Garsonlarda sevdikleri için bolca ceviz döker getirirlerdi. Bir gün yine idmandan sonra lokantaya gittik. Lokantanın sahibi Ateş Rıza abi bizi kapıda karşıladı. Dedi ki ‘Alın size birer çorba parası gidin başka bir lokantada çorbanızı için ve bir daha da buraya gelmeyin! Bir çorba, on parça ekmek, ne ki ola burası darülaceze mi?’ Yıllar sonra oynadığımız kulüpler yemek paralarımızı ödeyince Ateş Rıza ağabeyi bize bakar bıyık altı kıs kıs gülerdi...”
Şu sıralar İnternet Kafe olarak kullanılan bu mekânda, bu duvarı görmek yine mümkün. Ama suları akmıyor, Değirmenin çarkı dönmüyor, şelalenin elektrikleri yanmıyor. O, kayanın üzerinden oltayla balık tutan adam yok. Tren o tünelden geçmiyor. Sen ne büyük sanatkârmışsın Fuat hocam, kıymetini bilemedik.
RÜYA PASTAHANESİ
Bu pastahane, Mulen Ruj lokantasının hemen yanındaki binanın ikinci katındaydı. Muzaffer Sönmez isminde zarif, kibar, efendi mi efendi bir arkadaşımız tarafından işletiliyordu. Özellikle Kafkas halk oyunları oynayan gençlerin takıldığı bir yerdi. Muzaffer de Azeri oyunlarını çok güzel oynardı. Hüseyin Türkel ise Keman ve Akordeon çalardı. Ekip başımız Soner Durukan dı. Soner vücudu adeta kalemle çizilmiş güzellikte, cıva gibi bir arkadaştı. Soner aynı zamanda çok güzel Darbuka çalardı. Pastahanenin garsonu Servet diye bir gençti. Başka kimler mi takılırdı? Aklıma gelenleri Mustafa Duman sayesinde sayayım. Muammer Aksu,(Kıvırcık Muammer) Yavuz Dumlu Kaytaran, (Erzurum Sporda kalecilik de yaptı. Yavuz, Erzurum lisesinden Atatürk lisesine sürülmeden lisenin atletizm takımındaydı.1.55 m. Yüksekliği çift ayak atlardı. Demek ki iyi bir çalıştıranı olsa ve yüksek atlama stillerini öğretselerdi iki metreyi çok rahat geçerdi. Genç yaşta rahmetli oldu.) Yalçın Songün(Costik Yalçın. Oda Erzurum sporda top oynadı) Doktor lakaplı Fuat Başar (Şu an Türkiye’nin en önde gelen hattatlarındandır.) Tokay Aslan, Şahin Özbey,(Atatürk lisesinde çuf-çuf Barı veya Tren Barı diye bir Bar icat edip, lisenin piyesinde oynamış biridir.) Mustafa Duman ve Cemal Güzel (Kara Cemal : 1970-1980 arası 10 yıl Erzurum'da ki Kafkas oyunlarının en başrta gelen ismiydi. Ağzı ile bıçak atması, tırnak hareketi, diz dönme onunla özdeşleşmişti. Dolayısıyla Erzurum'da bu alanda haklı bir üne sahipti.)
Fotoğraftakiler: (Soldan Sağa) Yavuz Dumlu Kaytaran, Muzaffer Sönmez, Şahin Özbey, Eyüp .. (Öndekiler) Soner Dururkan, Eyüp Gözgeç, Memet Akbaba
Bizler de Mulen Ruj da oturanlar olarak ara sıra buraya çıkardık. Özellikle ben daha sık gelirdim. Çünkü gösterilere çıkarken oynayacak eleman bulamazlarsa, beni de çağırırlardı. Yani kareyi tamamlardım. Bazen de Hüseyin’in Kemanıyla çaldığı, dönemin revaçta Sanat Müziği parçalarına, hep birlikte eşlik ederdik.
BARAN ÇORBACISI
Yirmi dört saat hizmet veren bir lokantaydı. Şu andaki Kitapsarayının bir iki dükkân üstündeydi. Hemen hemen her tür çorbayı bulmak mümkündü. Ama Erzurum usulü paça, işkembe ve tuzlama daha çok tercih edilirdi. Sahibi Alaattin amcanın oğlu Serdar Efe yakın arkadaşımızdı.
Özellikle gece 22'den sora gececilerin, âlemcilerin uğrak yeriydi. Güzelyurt Lokantası'ndan, Tufan Lokantası'ndan, Dadaş sineması girişindeki Merkez Birahanesi'nden (Güzelyurt pastahanesi olarak açıldı dönemin en meşhur pastahanelerinden biri oldu. Hemen hemen bütün Erzurum ve Üniversite gençliği oradaydı. Sonradan burayı çalıştıran İshak ve İlyas kardeşler burayı birahane yaptılar. Garsonu Hemşin pastahanesinin eski garsonu ‘Lokman Atan’ koca birahaneyi tek başına idare eden müthiş bir garsondu.) ve alt kattaki Kafe 79 da bira içip gelenler sayesinde hemen her gece kavgalara sahne olurdu. Serdar Efe her gece bir kavgayı ayırırdı. Bazen de kendisi kavgaya karışırdı. Hatta bir gece burnuna yumruk vurduğu tıp fakültesi son sınıf öğrencisi, doktor raporu alıp Serdarı şikâyet edince, bir hafta hapis yatmak zorunda kalmıştı. O zaman cezaevi İsmet Paşa İlkokulu'nun bitişiğindeydi. Arkadaşları olarak elimizle götürüp yatağı yorganıyla (Demekki cezaevine düşenler yataklarını da beraber götürürlermiş, yoksa yerde betonun üstünde yatmak zorunda kalırlar.) cezaevine teslim etmiştik. Bu olaydan sonra Serdar Bursa’ya tayinini yaptırdı ve Erzurum’u terk etti. Böylece Baran Çorbacısı da kapandı.
(Devam edecek...)
NOT: Pastahaneler, dönemin adeta kültür merkezleriydi. En az kahvehaneler kadar rağbet görürdü. Özellikle akşamları, mesaiden sonra ve Cumartesi-Pazar günleri insanların bir araya gelip sohbet ettiği, şehrin problemlerini konuştuğu, stres attığı nadide mekânlardı. Her pastahanenin kendine has müdavimleri vardı. Bu müdavimlerden birisi birkaç gün gelmezse hemen merak edilir akıbeti araştırıldı. Bu pastahanelerin içinde en meşhurları: Güzelyurt Pastahanesi, Şölen Pastahanesi, Elif Pastahanesi, Turan Pastahanesi, Lale Pastahanesi, Divan Pastahanesi ve Hemşin Pastahanesiydi.