Yıl 1997.
1992 yılında yaşanan iç karışıklıkların ardından Nahcivan’ın Keleki köyüne çekilmek zorunda kalan Azerbaycan Halk Cephesi (AHCP) lideri Ebulfez Elçibey, 4 yıllık resmi cumhurbaşkanlığı süresi sona erince Aliyev’in izni ile Bakü’ye dönmüş, seçimlere hazırlanıyordu.
Elçibey ile bir röportaj yapmak istiyordum.
Iğdır temsilcimiz Cabbar Şıktaş ile temas kurdum, oralar ondan sorulurdu çünkü, gazeteciliğin hassosunu yaptı oralarda, marka isimdir.
İstanbul’daki bir dostun yardımı ve referansı ile Elçibey ile temas kuruldu, görüşme karşılıklı teyit edildi, gün kararlaştırıldı ve yolculuk hazırlığı başladı.
Bakü yolcusuyduk.
Cabbar ile önce Nahcivan’a gidecek, oradan da uçakla Bakü’ye uçacaktık.
Iğdır’dan bir araca atladık, Dilucu Sınır Kapısı’ndan geçtik ve Nahcivan’a ulaştık.
Sevgili Cabbar’ın akrabaları ile buluştuk, bizi havalimanına götürdüler, biletlerimizi onlar ayarlayacaktı.
Öyle ha deyince uçağa binemiyorsunuz.
Sıkı durun, bilet yok biniş kartı yok.
Ya ne var?
Torpil var.
Ben bütün bu duyduklarımdan ve ileride yaşanacaklardan habersiz bekliyorum.
Cabbar’ın yakını genç arkadaş, birkaç kişiyle görüştükten sonra bir Nahcivanlı ile geri döndü.
Görevli uzun uzun beni süzdü ve “Ağaaaaaa! Hele hörmet eyle” dedi.
Görevlinin bu seslenişini, ‘önünü ilikle, hazır ola geç!’ olarak algılamış sinirlenmiştim, adamı ‘sen kimsin de sana hörmet eyleyeceğim’ diye azarlamak üzereyken, Cabbar kulağıma eğildi ve “Şef burada hörmet rüşvet demek, ver 5 dolar, yoksa uçağa binemeyiz” dedi.
Şaşkınlığım katlanmıştı.
“Nasıl yani?” dedim ama ne fayda, sistem böyle kurulmuştu.
Biz de bu çarka uyacaktık.
Çünkü bizdeki gibi bilet ve biniş kartı geçmiyordu burada, doları veren biniyordu uçağa.
Bilet de biniş kartı da dolar üzerinden rüşvete tahvil edilmişti.
Mesele anlaşılmıştı, 5 doları toka ettik görevliye.
Az sonra elinde iki biletle geldi görevli.
O saate kadar biniş kartının da dolara endeksli olduğunu bilmiyorum.
Cabbar’a dönerek, “Biniş kartları yok” dedim.
Cabbar gülümsedi, “Telaşlanma şef, onun hörmetçisi de birazdan gelir” dedi.
Köhnemiş terminal binasından dışarı çıkarıldık, hörmet eyledik ya!
Onlarca insan gişeye ulaşabilmek ya da uçağa binebilmek için kalın demir engelleri birbirini ezme pahasına aşmaya çalışıyordu.
Kavga edenleri mi sorarsınız, valizlerle birbirine vuranları mı?
Sanki Nuh’un gemisi kalkacaktı birazdan, can pazarı kurulmuştu orta yere, yerde kalanlar tufanda boğulup gidecekti.
Bu görüntü, görevliye toka ettiğimiz 5 dolarlık hörmetin değerini gayet iyi açıklıyordu.
Şanslıydık, ne hörmetli ülkeydi Azerbaycan ve Nahcivan.
Biraz sonra Beyaz Rus bir kadın hostes bizi alarak gizli bir yoldan terminal binasının arkasından apronun yanına kadar götürdü, biniş kartlarımızı verdi.
Burada beklememizi, başka bir görevli bizi alarak uçağın merdivenlerine kadar götüreceğini söyledi ve elini uzattı, bir anlık şaşkınlıktan sonra, ‘Ha, evet hörmet değil mi?’ dedim ve Rus kadına 10 dolar takdim ettim, hörmetimizi sunmuştuk.
E boru mu? Uçağın yanındaydık.
O sırada vatandaşların uçağa binme savaşı olanca hızıyla sürüyordu demir bariyerli yolda.
Bir süre onları izledik.
Demirli yolda bekleşenlerin bir bölümü birbirlerini iterek, canhıraş bir halde uçağın yanına kadar vardılar.
Yüz metre engelli koşuyorlardı dersin.
Belli ki, aprona gönderilenlerden hörmeti fazla verenler binebilecekti uçağa.
Biniş kartı vaktiydi, pamuk eller cebe vakti yani.
Yolcular arasında bir hörmet savaşı yaşanıyordu ki sormayın gitsin, adeta açık artırma.
Kim fazla hörmet eylerse o uçağa binecek şanslılardan biri olacaktı.
Ağzım açık izliyordum olan biteni.
O kadar eleştiriyoruz ama ‘ülkeme kurban olayım’ dedim içimden.
Artık öğrenmiştim işi, ben de okkalı bir hörmet eyleyerek uçağa binecek şanslılardan olmalıydım, zaten bu durumu görüp fazlaca hörmet edeyim diye bu manzara özellikle izletilmişti bana, mesaj alınmıştı.
Ne demek! Hörmet size kurban olsun!
Başka bir hostes geldi ve 20 dolar hörmet alıp bizi uçağın merdivenlerine kadar götürdü ve ortadan kayboldu.
Belki inanmayacaksınız ama pilot uçağın kapısında kelle sayarak yolcu almaya başlamıştı bile.
“Bir, iki, üççç, dörttt, beşşş, altiiii, yeddiiii, sekkkizzz.”
Bize ‘Ağa! Siz behleyin’ dedi.
Behlemeye başladık.
Ya sorun çıkarsa, uçağa binemezsek, röportajın gününe ve saatine yetişemezsek endişesi başlamıştı bende.
Pilotla göz göze geldik, ‘Telesme (acele etme) ağa, rahat ol’ dedi bana.
Rahatlamıştım, ne de olsa hörmet konuşuyordu, bana da gazetem Milliyet bin dolar yolluk, pardon hörmet vermişti, beş – on dolardan hesaplarsan hörmet gani yani.
Bize ayrılan iki kişilik yer hariç, uçak dolunca kalanlar itilip kakılarak aprondan gönderildi.
Cabbar ile ben kalmıştık, pilot bize gelin işareti yaptı.
Merdivenleri koşar adım çıkarak uçağın kapısına vardık, iri kıyım Rus pilot iki eliyle kapıyı tutmuş bize bakıyordu, “Ağa hörmet!’ deyince, 20 dolar hörmet eyledik.
Kapıdan çekildi, nihayet uçağın içindeydik.
O da ne?
Bizdeki gibi bagaj alma uygulaması yok meğerse, tüm yolcuların bavulları ve eşyaları uçağın koridoruna dizilmişti diyeceğim ama keşke öyle olsaydı, gelişigüzel atılmıştı.
Bavulların üstünden atlayarak seksek oynar gibi yerimize ulaştık.
En son bindiğimize göre, en çok hörmeti biz vermiştik belli ki.
Çünkü business class olan en önde oturuyorduk, koltuklar geniş ve rahattı.
E az hörmet eylememiştik yani, hak etmiştik.
Hemen arkamızda oturan iki kadın, basın yeleklerimizi ve basın çantalarımızı gürmüş olacak ki omzuma dokunarak sordu, ‘Ağaaa! Siz habernigarsııızzzz? (Gazeteci)’.
Evet dedim.
‘Yahçıdı, yahçıdı’ dedi. (Güzel, hoş yani)
Köşede tek kişilik bir boş bir koltuk ilişti gözüme, tam o sırada takım elbiseli ve fötr şapkalı, elinde bond çantasıyla biri gelip o yere oturdu.
Pilot baktı adama uzun uzun ve “Eye galk oradan, sen oraya oturacak adamsaaaaann?”
Adam bozulmuştu, büyük bir kibarlıkla, “Ay kişi men debdatam, yeşil paşaport daşıyıram, buraya oturmalıyam” diye cevap verdi.
Cabbar’a debdatın ne olduğunu sordum, milletvekili dedi.
Pilot oldukça sinirlendi ve “Eye sene galk deyirem, başlaram debdataaannn! Hörmet eylemeden oraya oturabilemezsen!”
Adam yineledi sözlerini.
Pilot, hörmet eylemeyen bu milletvekiline patladı adeta, “Eye sıçaram senin gibi debdata da yeşil paşaporta da. Defolasan, seni eşiğe (dışarı) ataram!”.
Debdat hiç istifini bozmadı
.
Bağırışlara ikinci pilot da geldi ve adamı tuttukları gibi yumruklaya yumruklaya uçaktan aşağı attılar, kapı kapandı, debdat eşikte kaldı.
Yahu sen ne biçim debdatsın, hele ben bilmiyorum, beni kimse kınamaz da sen ülkende hörmetsiz uçağa binilemeyeceğini öğrenemedin mi?
Bedelini de ağır ödedi garibim.
Hele Türkiye’de yap da göreyim seni.
Neyse ben bizim öyküye döneyim.
Teknoloji dışı kalmış, metal yorgunu Tupolev tipi bir Rus uçağındaydık, uçak artık kalkışa hazırdı.
Uçağın havalandırması çalışmıyordu, tomur tomur ter döküyorduk.
Hostesi görsem ‘kese servisiniz var mı?’ diye soracağım ama ortalarda kimsecikler görünmüyordu.
Olsa da eminim o hizmet için de hörmet isterlerdi.
Cabbar bıyık altından gülüyordu, tecrübe başka şey tabi, çok binmiş bütün bu yaşananları daha önce yaşamıştı.
Uçak, aprondaki taksi hareketini yaptı ve pist başından havalandı.
İki pilot sırayla yerlerinden kalkıyor, oturduğumuz bölümde bir tur atıp kokpite geri dönüyorlardı, niyeyse?
Uçak tırmandıkça kabinde ısı düşmeye başladı, cam kenarında oturuyordum, kabinin yan bakalitleri yerinden çıkmış, uçağın titreşimi ve sarsıntısı yüzünden adeta mangal yeller gibi sallanıyordu.
İçeri sızan soğuk sağ bacağımı dondurmuştu, yaz günü titriyordum, yerde hamam gibi olan uçak adeta buzdolabıydı.
Montumu bacaklarıma sardım ama kâr etmiyordu.
‘Ne işe düştük arkadaş!’ diyordum ama inecek halim yoktu ya, katlanacaktık bu zulme.
‘Bu uçaktan sağ çıkarsak Elçibey ile röportajı yaparız inşallah’ diye iç sesimle konuşuyordum.
Tupolev’ler patır patır düşüyor çünkü, belli ki çok bakımsız bir uçaktı.
Az sonra Rus hostes göründü koridorda, elinde bir tepsi yanında 2 litrelik bir maden suyu ve pet bardaklar.
Bardakları doldururken gelişigüzel döküyordu, tepsi sıvı dolmuştu, bavulların üstünden atlarken elindeki tepsi eğiliyor ve maden suyu başımızdan aşağı dökülüyordu.
Tek bir iyi tarafı vardı, maden suyu çiş kıvamında olduğu için o soğukta ısıtmıştı beni, ‘az daha dök bacım’ diyesim geldi.
Zaten kafamdan aşağı boca etti, yeterince ısıtmıştı beni ve içimi, minnettardım ona.
Özür bile dilemiyordu, İlyas Salman bir filminde diyordu ya, ‘vazife babem vazife!’.
Tam da o kıvamdaydı hostes.
Vazife kutsal değil mi, aşk olsun yani!
Az sonra günün yadımdan silinmeyecek son sürprizi sahne aldı.
Uçağın orta ve arka tarafından havalanan çok sayıda tavuk ve kaz, tozu dumana katarak, kanat çırparak ve çığlık çığlığa oturduğumuz hörmetli bölüme doğru hamle yaptılar.
Ortalık tavuk ve kaz tüyüne bulanmıştı.
Al bir yastık kılıfı doldur durumu yani.
Mevzi aldık, tavukların dötüne nişadır sürülmüştü sanki, 8500 metre rakımda ahenkle raks ediyorlardı.
Biraz sonra geldikleri yöne doğru göçmen kuşlar gibi uçup gittiler.
Geride bıraktıkları tüyler, uzun bir süre havada uçuştular ve süzülerek yere indiler.
Müthiş bir gösteriydi.
Kafam tüye bulanmıştı ama umurumda bile değildi, sol ayağım kaskatı kesilmişti soğuktan, ben o iklimdeydim.
Benim için yaz ortasında iklim kıştı, önemli olan ve tek dileğim tez elden, hayırlısıyla ve tek parça olarak yere inebilme ihtimaliydi.
Allah için ancak absürt bir tiyatro oyununda ya da bir filmde görebilirdim bunca ilginçliği, hatta doğa üstü olayı.
O kadar hörmet eyledik ama bu gösteriye değer biçmek olanaksızdı.
Hakkını verelim yani.
İyi hazırlanmış ve çalışılmış bu sürprizi takdir etmezsek ayıp ederdik.
En ilginci ne biliyor musunuz? Bu duruma benden başka ağzı pergel gibi açık bakan ve şaşıran hiç kimse yoktu.
Onlar için sıradandı yaşanan her şey.
Buna Cabbar da dahildi.
Dedim ya, o sadece katılarak gülüyordu bana.
Tecrübe başka şey demiştim ya yukarıda.
Birkaç saat sonra yaşlı ve yorgun uçak Bakü havalimanına iniş yaptı.
Kabin ısındı bir anda, ayağıma can geldi yeniden, hatta kabinin içi yine kese attıracak kadar sıcaklamıştı.
Uçaktan indim ve derin bir oh çektim, burnumdan nefes alıp ağzımdan boşaltıyordum.
Az buz şeyler değildi yaşadıklarım.
Hörmetin rüşvet olduğunu öğrenmiş, müthiş bir tiyatral gösteri eşliğinde uçmuş, kese beklerken maden suyu ile ısınmıştım.
Dönerken de aynı uçakla döndüm, o da ayrı bir serencam, bu öyküyü sevdiyseniz belki bir gün onu da yazarım.
Hala öyle mi bu işler bilmiyorum.
Çok hörmetli ülke şu Azerbaycan ve Nahcivan vesselam.